İLAD

İletişim Araştırmaları Derneği, 1986 yılında kuruldu. İLAD’ın amaçları: İletişim konularında araştırmalar yapmak, yapılan araştırmaları desteklemek, Türkiye’nin uluslararası iletişim araştırmacıları ve kurumları ile ilişkilerini geliştirmek, iletişim konusunda yurtta ve dünyadaki gelişmeleri izlemek ve iletişim araştırmalarının araştırmacılara ulaşmasına katkıda bulunmaktır.

Targets and objectives of ILAD are to conduct and support research in communications, to have collaborations with international communication researchers, monitoring agenda of media and communication in national and international level, supporting the exchange of information.

10 Nisan 2008 Perşembe

TRT'den TRT'cilere sansür!

TRT'den TRT'cilere sansür!
Böylesi sadece Türkiye'de olur. TRT, çalışanlarının eylemini yayımlamadı.
GERÇEK GÜNDEM - HABER MERKEZİ / TRT'yi tamamen tasfiye edecek olan yasa tasarısına karşı çıkan Haber Sen Üyesi TRT çalışanları, kendi kanallarında "haber" olamadı. Çalışanlar bunun üzerine, bir eylem kararı daha aldı.AKP hükümetinin "TRT'yi tasfiye planı" olarak adlandırılan yasa tasarı salı günü TBMM Plan ve Bütçe Alt Komisyonu'na gelecek. Tasarının TRT'yi yokedeceğini savunun Haber sen üyeleri ise bu girişime yönelik tepkilerini sürdürüyor.Çalışanlar bu amaçla, örgütlü oldukları Haber Sen aracılığıyla seslerini duyurmaya çalışıyor. TRT çalışanları, yaptıkları eylemlerin tüm gazete, TV, internet sitesi ve radyolarda yer almasına rağmen, kendi kurumlarında "haber bülteni"ne girmemesine tepki gösteriyor.TRT Haber Merkezi'nin 'tarafsız' davranmadığını ve eylemlerine 'sansür' koyduğunu iddia eden Haber Sen üyeleri, bu kez de çalıştıkları kurumu protesto etmeye hazırlanıyor.TRT'yi 'sansürcü' olmakla suçlayan TRT çalışanları, 9 Nisan günü İstanbul radyosu önünde buluşacak. TRT'nin bu eylemi verip vermeyeceği ise merakla izlenecek.

15 Mart 2008 Cumartesi

ILAD-HISTORY IN BRIEF

ILAD-HISTORY IN BRIEF

History of ILAD goes back to 1986 as an Association of Communication Research. National President of UNESCO- Suat Sinanoğlu, President of Turkish Journalists Association-Nezih Demirkent and Dr. Hifzi Topuz realised the idea of the need for a communication association in Turkey with the support of communication academics, journalists and writers. In 1989 the Association gained a legal status for research in communications in regional and international level. Dr. Hifzi Topuz is the founder President.

Targets and objectives of ILAD are to conduct and support research in communications, to have collaborations with international communication researchers, monitoring agenda of media and communication in national and international level, supporting the exchange of information.

After having several relocations during the foundation, ILAD has a meeting office and a social clubhouse in Beyoglu-Taksim since 2000. Executive board organises dinner-conferences on a current issue once a month which are open to ILAD members and researchers in this clubhouse.

ILAD has more than 250 members by 2008. The members are communication scholars (junior and senior), journalists and writers.

ILAD Publications:
· ILAD newsletters (“İletişim Araştırma Bülteni”)
· Monopolisation of Press (Basında Tekelleşmeler) 1989 (with collaboration of TÜSES)
· Vision of Radio and Television Systems of Future (Yarının Radyo TV Düzeni) 1990 (with collaboration of TÜSES)
· Research Techniques and Methods in Communications (Araştırma Yöntemleri, Teknikleri ve İletişim) (Prof. Aysel Aziz)

Some of the national panels, conferences and symposiums organised by ILAD
Media Ownership and the cases of Maxwell and Murdoch (at Press Museum 29 september 1990)
Privatisation of Radio and Television (January 1991) Bülent Ecevit was the Keynote speaker.
Satelite Broadcasting and Turkey (at Press Museum 17 March 1990)
Municipalities and Communication (at Turkish Journalists Association Office, 30 Mart 1991)
“News Media and International Conflicts” symposium with IAMCR, (June 1991) Tarabya Hotel, İstanbul
Media Responsibility with UNESCO (at Sepetçiler Kasrı-Istanbul 14 January 1994)
Media and Public Interest (Anadolu University-Eskisehir 1994 )
Ethical Issues in Mass Communications (November 1994)
“Media and Globalisation/Mondialisation” a conference by Prof. Armand Mattelard 2002 (ILAD social club)
IFJ members’ visit to ILAD, meeting on the labour conditions of journalists 2002
“2nd Turkish Journalists Conference” in Memory of First Turkish Journalists Conference in 1955 (January 2005)
Media Monitoring Project Conference Series 2006-2008
Presentations of postgraduate and Doctoral Thesis in Media and Communications (2004-2008)

ILAD has also been active in contributing many local and national seminars and conferences organised by universities and local journalists associations.


ILAD ADMINISTRATION-2008-2010

President: Dr. Hifzi Topuz
General Secretary: Prof. Dr. Nurçay Türkoğlu

Executive Board Members:
Prof. Dr. Özden Cankaya
Prof. Dr. Aysel Aziz
Prof. Dr. Hülya Yengin,
Assist. Prof. Dr. Bilge Gürsoy
Dr. Hale Yaylalı
Kemal Aslan
Füsun Özbilgen


ILAD Office:
İLETİŞİM ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ
İstiklal Cad. No: 42 Kat: 2, 34430, Beyoğlu, İstanbul
ilad.iletisimarastirmalari@gmail.com
http://iladiletisimarastirmalari.blogspot.com/

2 Şubat 2008 Cumartesi

Medyaya Eleştirel Bakış

Medya Gözlem Platformu
1 Şubat 2008

Medyaya Eleştirel Bakış

Hıfzı Topuz
İLAD Başkanı

İletişim araçlarının gerçekleri ne ölçüde yansıttığı son yıllarda dış ülkelerde büyük tartışma konusu oldu. Bu konuda araştırmalar yapılıyor, sempozyumlar düzenleniyor ve kitaplar yayımlanıyor.

Bir yandan günlük gazetelerin tirajı düşüyor, öte yandan izleyiciler televizyonlarda aradıklarını bulamıyor. Halk dünyanın gidişi üzerinde yeterli bilgi edinemiyor.

Fransa’da basın patronları tirajların düşmesinin pazar kurallarıyla ilgili olduğunu, yeni iletişim araçlarının geliştiğini ve bedava gazetelerin de bu bunalıma neden olduğunu söylüyorlar. Ama bedava gazeteleri yayımlayanlar da yine basın patronları. Paris metrolarında dağıtılan Metro gazetesinin ve öteki bedava gazetelerin yüzde 34’ü ünlü işadamı ve medya patronu Bouyges’in egemenliğinde.

Fransa’da birçok gazete ve dergiyi elinde bulunduran büyük uçak sanayi patronu Dassault ve Lagardere de birçok kentte bedava gazete dağıtıyorlar.

Medyada magazin yazılarına ağırlık veriliyor. Siyasal haber ve yorumlar patronların siyasal çevrelerle ilişkilerine göre yönlendiriliyor. Medya reklamdan geçilmiyor. Halk, oyuna geldiğine inanıyor. Medyada düşüncenin yeri azaldıkça azalıyor. Çalışanlar da buna karşı çıkamıyorlar.

Bireyin özgürlüğü ile anlatım özgürlüğü aynı şey değil elbette. Kişi fiziki baskılar altında kalırsa, tutuklanırsa, şiddet olaylarıyla karşılaşırsa bireyin özgürlüğü sorunu ortaya çıkıyor ve bu özgürlüğün savunulması için sivil toplum örgütleri eyleme geçiyorlar.

Kişi düşüncelerini özgürce açıklayamazsa bu anlatım özgürlüğü kapsamına giriyor. Bu durumda da başka önlemlerin alınması gerekiyor. Ama gazeteci çoğu zaman kendi kendini sansür ederek anlatım özgürlüğünü kısıtlamış olmuyor mu?

İletişim araçları piyasa kuralları ile yönetilirse medya ekonomik ve siyasal güçlerin egemenliği altına giriyor ve gazeteci kendi kendini sansür etmek zorunda kalıyor. Bu sansür, devlet sansüründen daha güçlü ve daha tehlikeli.

Eveline Pinto adlı bir araştırmacı Fransız basınının bugün uluslararası gruplara bağlı ufak sayıda sanayici ve finans patronunun elinde bulunduğunu belirtiyor.

Gazeteciler her ne kadar haberleşme özgürlüğü, gerçeği yansıtma görevi gibi büyük ilkelere bağlı iseler de, medyanın, özellikle radyo ve televizyonların özelleştirilmesi ve tekelleşmeler sonucu gazeteciler özgürlüklerini yitirmişlerdir. TF1 patronunun belirttiği gibi “medya reklamverenlere, izleyicinin beynine yer edecek bir tecimsel mesaj satar duruma gelmiştir.

Ünlü sosyolog Patrick Champagne’na göre Fransa’da 19. yüzyılın birinci yarısında gazete ve gazeteci siyasal alanın ürünleridir. O yılların basını az sayıda tirajı olan ve genellikle aydınlara seslenen düşünce gazetelerinden oluşmuştur.

Yüksek tirajlı basın 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmıştır ve ekonomik alanın ürünüdür. O yıllarda gazeteler bol reklam almaya başlarlar, tirajlar yüzbinlere yükselir, içerik değişir, siyasal yazılar yok olur, onların yerini tefrikalar, kanlı cinayet olayları ve skandallar alır. Amaç tirajları yükselterek daha çok para kazanmaktır. Basın artık bir endüstri ürünü olmuş ve gazeteler meslekle hiç ilgisi olmayan işadamlarının eline geçmiştir. Aydınlar ve düşünürler ise bu gidişe cephe almışlardır.

Basın demokrasinin mi hizmetindedir, yoksa çok para kazanılmasına yönelik bir araç mıdır, diye sorular sorulmaktadır. Büyük gazetelerin ekonomi dünyasının eline geçmesinden sonra bir takım haberler abartılmış, saptırılmış ve yalan haberler yaygınlaşmıştır.

Siyasal amaçlı ufak tirajlı ciddi gazeteleri savunanlar, üniversite hocaları ve aydınlar ticari basının karşısına dikilmişlerdir. Emile Zola İtham Ediyorum başlıklı yazısı ile bu tür gazeteleri suçlamıştır.

İşte bundan sonradır ki, basının bir takım yasalara uyması için mesleksel ahlak kurallarının oluşturulması yoluna gidilmiştir. O dönemde mesleğin onurunu korumak Albert Londres, Joseph Kessel, Albert Camus ve Hubert Beuve-Mery gibi aydın gazetecilere düşmüştür. Ünlü gazeteci Jean François Kahn da son yıllarda mesleğin geçirdiği bunalım konusunda şöyle demektedir:

“Basın güç durumdadır. Çünkü baskı ve dağıtım masrafları çok yükselmiştir. Bedava gazetelere karşı da önlem alınmamıştır. Bu bir haksız rekabet örneğidir.
Herhangi bir dalda bir haksız rekabet olursa devlet buna karşı önlem alır ama bizim alanda devlet seyirci kalıyor.
Basında eleştiri ve polemik de kalmadı. Eskiden Paris’te çeşitli eğilimlerde 13-14 gazete çıkardı, bunlar yok oldu. Şimdi tam bir suskunluk var.

Gazeteler halkın sorunlarına eğilmedikleri için okuyucu yitiriyorlar. 15 yıl önce reklam gelirleri birden bire aşırı ölçüde yükseldi. Bazı haftalık gazetelerde reklam geliri genel gelirlerin yüzde 80’ine ulaştı. Gazeteler reklam almak için tirajlarını şişirdiler, abonelere kalem, saat, elektronik set hediye ettiler. Reklamverenler de basına akla gelmez baskılar yaptılar. Ben Marianne dergisinin başındaydım. Reklamcılar bizden perakendeci tüccarları desteklemememizi, marketlerden yana olmamızı, ekonomi haberlerine daha geniş yer ayırmamızı, adliye ve polis haberlerini kaldırmamızı istediler. Aksi halde reklam vermeyeceklerini açıkladılar.”

Jean François Khan’a göre tiraj düşüklüğünün bir nedeni de gazetecilerin okuyucunun anlamadığı bir dille yazı yazmalarıdır. Gazeteciler kendi sorunlarına eğilmek zorundadırlar.

Ünlü gazeteci yazar Robert Sole 16 Ocak 2008’de Le Monde gazetesindeki köşesinde şunları yazıyordu:

“Est Republicain gazetesi Sarkozy’nin Carla Bruni ile ilişkisinden şöyle söz ediyordu: ‘Bir tanığa yakın bir kaynağa göre Cumhurbaşkanı Perşembe günü Carla ile evlenecekmiş.’ Şimdiye kadar gazeteciler haber kaynaklarını açıklamak istemedikleri zaman ‘iyi haber alan kaynaklara göre’ gibi sözlerle yazılarını başlatırlardı. ‘Bir tanığa yakın bir kaynağa göre’ diye bir söz yoktu. Böylece basında yeni bir kaynak yaratılmış oldu. Gazetecilik mesleği halkın gözünde zaten eli silahlı hırsızların düzeyindeydi, korkarım şimdi daha da düşecek.”

Bu durumda üniversitelere, araştırmacılara ve aydınlara nasıl bir görev düşüyor?

College de France’da profesör Jacques Bouveresse’e göre üniversiteler medyayı izleyenlerle medyayı yönetenler ve çalışanlar arasında olumlu bir rol oynayabilirler. İki tür eleştiri vardır. Biri sıradan eleştiri, öteki de bilimsel eleştiri.

Sıradan eleştiri herkesin bilebileceği, ulaşabileceği ya da zaten bildiği şeylere dayanarak gözlemler yapmaktır.

Bilimsel eleştiri ise, büyük güçlüklerle herkesin bilmediği ya da bilmek istemediği şeylere dayanarak olayları eleştirmektir.

İletişim alanında da basına eleştirel bir işlev kazandırabilmek için üniversitelerin bir rol oynaması gerekir.

Paris I Üniversitesi profesörlerinden Christophe Çharle’e göre 1980’li yıllarda medyanın, daha doğrusu televizyonların özeleştirilmesi ve tekelleşmelere engel olunmamasıyla siyasal ve sosyal çatışmalar medyada önemini yitirmeye başlamıştır. Gazetecinin özerklik alanı daralmıştır.

Bu konuya daha önce çağımızın en büyük sosyologlarından Pierre Bourdieu de parmak basmış ve gazetecilerin çalışma alanlarının öteki alanlardan çok değişik olduğunu ama üniversitelerde görev alanların bu alanı bir türlü incelemek istemediklerini belirtmişti.

Ünlü filozof Jean Paul Sartre, Foucault, Deleuze ve Derrida gibi düşünürlerin ölümünden sonra bu alana el atan kalmamış gibidir.

Gazeteci ve araştırmacı Serge Halimi üniversite öğretim üyelerinin, köşe yazarlarının, solcu militanların iletişim alanındaki bu bozuklukları neden ele almadıklarını araştırmaktadır. Ona göre bu kişiler medyanın sorunlarını nasıl olsa herkes biliyordur, yeni bir şey yok deyip geçiştiriyorlar. Televizyonlarda boy gösteren ünlü aydınlar neden mısır üretiminde kullanılan OGM’nin zararları üzerinde duruyorlar da medyanın beyinleri zehirlemesi üzerinde durmuyorlar? Hele hele sağa kayan aydınlar neden sosyal konuları incelemekten çekiniyorlar?

Ünlü Amerikalı düşünür John Gailbraith’ın dediği gibi insanlar dünyada bunca yoksulu görüp de nasıl huzursuz olmazlar?

Serge Halimi 2002’de globalleşmeye karşı gelenlerin kurdukları Attac Yaz Üniversitesi’nde medya düzenine karşı gelenlerle medya arasındaki ilişkileri incelerken şu saptamayı yapmıştı:

“Medya büyük kapital gruplarının tekelindedir, tek bir düşünceyi savunur, tutucudur, kapitalist grupların çıkarlarından yanadır, enformasyonun tecim kurallarına uygun olmasından, reklamcılıktan yanadır, hiçbir zaman iletişim düzenini eleştirmez.”

Aydınların çoğu karamsarlık içindedir. Şöyle derler: Fransada değişik bir politika uygulamak kolay değildir. Patronlar çeşitli yükler altında ezilmektedir. Gerekli reformları yapamazlar.

Halimi “Biz 1996-97-98 yıllarında aydınlardan bir takım savaşlara girişmelerini ve sosyal düzeni değiştirmeye yönelmelerini istedik, ama bu iş ağır oluyor” diyor.

Ünlü düşünür Paul Nizan 1932’de yayınladığı Bekçi Köpekleri adlı araştırmasında şöyle demişti:

“Düşünürlüğü meslek edinenler bugün suskun duruyorlar. Kimseyi uyaramıyorlar. Felaketlere sürüklenen evrenle kendi düşünceleri arasındaki mesafe her gün ve her hafta daha çok büyüyor. Tehlike çanları çalmıyorlar. Kıllarını kıpırdatmıyorlar. Hepsi parmaklığın arkasında toplanmış, aynı toplantılara katılıyor, aynı kitapları yayımlıyorlar. Büyük şeyler bekleyen insanlar artık buna gülüyor ve baş kaldırıyorlar.”

Üniversitede öğretim görevlilerinin ve araştırmacıların geçimlerini toplum sağlıyor. Bu insanlar bildiklerini öğrencilerine ve dışarıya duyurmazlarsa toplum bunlardan nasıl yararlanır? Bourdieu “Bir parça sorumluluğu olan kişinin susması olanak dışıdır” diye haykırmamış mıydı?

Yine Halimi’ye göre üniversite öğretim üyelerinin bir çoğu “Medya üzerinde araştırma yapmak, komplo teorilerini araştırmaktan daha güçtür” diyerek iletişim konularını ele almak istemiyorlar.

Bazılarına göre “Medyanın her zaman sorunları olmuştur. Bir zamanlar televizyonlarda ve radyolarda devlet tekeli vardı. Şimdi de başka tekeller var. Bu iş hep böyle olmuştur, böyle gider, değiştirilemez.”

Bazıları da “Ben bir şeyleri açıklayarak durumumu tehlikeye sokamam. İşimden atılmak istemem” deyip susuyor.

Öğretim üyelerinin pek çoğu iletişim konularının üretici olmadığını ve bunları tartışmanın zamansız olduğunu söyleyerek kendi köşelerinde kısır araştırmalarla uğraşıyorlar. Birçoğu da çeşitli yerlerden maaşa bağlanmıştır, tarafsız kalıyorlar.

Alain Etchogoyen, Jorge Semprun, Daniel Cohen, François Ewald gibi bazı ünlü yazar ve aydınlar da çeşitli sanayi ve reklam kuruluşlarında görev alarak iletişim konularına eleştirel gözle bakmaktan vazgeçmişlerdir. Bir zamanlar bu konuları ele alanlar da sonradan elde ettikleri bazı çıkarlar yüzünden iletişim konularına yüz çevirmişlerdir.

Halimi, Bourdieu’den esinlenerek şöyle diyor: “Üniversite hocalarının askerlere, polise, patronlara, Avrupa komisyonuna, çok uluslu iletişim ortaklıklarına boyun eğmelerini mi istiyorsunuz? Onlara NATO’dan NASA’dan, İçişleri Bakanlığı’ndan, Brüksel Komisyonu’ndan çıkarlar sağlayın. Başarılarının da medyaya yansımasını kolaylaştırın. Göreceksiniz ne olacak? Mesleksel uygulamalar bütün kültürel ve sosyal yaşamı istila etmiştir. Üniversite hocaları artık özel sektörden bol bol sipariş alarak onlara bağımlı olmuşlardır.”

Ünlü araştırmacılardan biri de şöyle diyor: “Le Monde’da ya da Liberation’da bir yazım çıktı mı, kapılar bana açılıyor. Bilimsel bir dergide ise bir yazımın çıkması için yıllarca bekliyorum, bazen de bir virgül yüzünden yazımı geri çeviriyorlar. Üniversite hocaları, aydınlar ve araştırmacılar artık uslu olmayı öğrenmişlerdir. Koşullara uyuyorlar.”

Patrick Champane şöyle diyor: “Zengin olmak için köyünden ilk ayrılana arkadaşları hain derler, son ayrılana da budala. Bilim alanında da ilk ve son ayrılanların durumları budur.”

Fransa’da birçok araştırmacı, düşünür ve iletişim uzmanı bu duruma çare bulmak için medya gözlem merkezleri kurdu. Serge Halimi, Ignacio Ramonet, Armand Mattelard gibi araştırmacılar bu merkezlerin kurucuları arasında yer aldı, bağımsız ve objektif bir medya için savaşlarını sürdürüyorlar.

Acaba bizde de Fransa’dakine benzer bir durum yok mu? Medya sosyal, ekonomik ve siyasal sorunları yansıtırken holdinglerin, reklamverenlerin ve hükumetin baskısı altında değil mi?
Gazeteciler kendi sorunlarına eğilebiliyorlar mı? Gazeteden kovulan arkadaşlarını savunabiliyorlar mı?
TRT, personelinin ve HABER-SEN’in de katılımıyla kamu hizmetinin korunması, TRT’nin özerkliği ve tarafsızlığı için düzenlenen bilimsel bir sempozyumun haberini yayınlayabiliyor mu? Gazeteci sendikaları ne oldu?
Üniversite hocaları medyadaki sorunların üzerine gidebiliyorlar mı? Öğretim üyelerinin yüzde kaçı bu konulara eleştirel gözle bakabiliyor? İletişim fakültesi öğretim üyeleri düşüncelerini büyük gazetelerde ve televizyonlarda açıklayabiliyorlar mı?

Biz İLAD olarak Medya Gözlem Platformunu kurarken iletişim fakültesi öğretim üyelerinin dışında kaç profesör, araştırmacı ve köşe yazarı bize katıldı?

Aydınların bir çoğu medya ile olan ilişkilerinin bozulmasından korkuyor.

Bizde de komplo teorilerini araştırmak, basına ve televizyona eleştirel açıdan bakmaktan daha kolay. Medyayı eleştirmek, medya patronlarına ve onların seçkin temsilcilerine laf söylemek çok sakıncalı. Herkes susmayı yeğliyor.

Berthol Brecht’in dediği gibi, herkes yarın kendi başına geleceği düşünmeden korkunç bir suskunluk içinde.

1 Şubat 2008 Cuma

40.YILINDA TRT

Kamu Hizmeti Yayıncılığı:
Kim için yayın? Nasıl bir TRT?

İstanbul Radyosu, Harbiye
31 Ocak 2008



KAMU HİZMETİ YAYINCILIĞI

Hıfzı Topuz
İLAD Başkanı


Biz İLAD olarak geçen yıldan beri kamu hizmeti yayıncılığı konusunda bir sempozyum düzenlemeyi düşünüyorduk. KESK HABER-SEN bu işi ele almasaydı bu toplantı yapılamayacaktı. Buradaki TRT çalışanlarını ve özellikle Mehmet Demir’i, Engin Başçı’yı ve Kemal Aslan’ı içtenlikle kutlarım.

Konuşmama başlarken önce kamu hizmeti yayıncılığının ne olduğunu anımsatmam gerekecek.

Bu konuyu benden sonra konuşacak olan arkadaşlarımın enine boyuna inceleyeceklerini biliyorum. Ama yine de konuya kendi açımdan değinmek istiyorum. Kamu hizmeti yayınları; devletin yasalara uygun olarak kurduğu, kamu tüzel kişiliği olan, finans kaynakları kamusal gelirlerle sağlanan özerk ve tarafsız kurumların yayınlarıdır.

Bu kurumların yayıncılıktaki temel ilkeleri şunlardır:

-Haber vermek,
-Eğitmek,
-Kültür hizmeti,
-Eğlendirmek,
-Kültürde ve ideolojilerde çoğulculuğa saygılı olmak

Özel yayınlarda bu tür hizmetleri üstlenirler ama oranlar değişiktir. Eğlendirmek magazine dönüşür ve bazen programların üçte ikisini oluşturur. Kamu yayıncılığında ise ağırlık habercilikte ve özellikle interaktif haberleşmede, eğitimde, kültür hizmetlerinde ve izleyiciyi sosyal, ekonomik ve siyasal konularda aydınlatmaya yönelik programlardadır. Magazinin ve yarışmaların ağırlığı olamaz.

Kamu hizmeti yayıncılığı tüm ülke nüfusuna yöneliktir.

Programlarda reklam endişesi yoktur. Kar amacı güdülemez. İzleyiciye tüketici olarak değil, vatandaş olarak bakılır. Yayınlar kamusal yöntemlerle denetlenir.

Kurumun yönetimi devletin tekelinde değildir.

Yönetim kuruluna sivil toplum kuruluşlarının, özellikle mesleksel örgütlerin, sendikaların, sanat ve kültür kuruluşlarının, üniversitelerin, yerel yönetimlerin, kurum personelinin temsilcileri katılır.

Kamu hizmeti yayıncılığı asla holdinglerin, çok uluslu ortaklıkların, emperyalistlerin, yeni sömürgeci güçlerin, şeriat düzenini savunanların hizmetinde olamaz.

1994 tarihli RTÜK yasasında yer alan bazı ilkeleri de bu listeye ekleyebilirim:

-Devletin bağımsızlığına, bütünlüğüne, Atatürk ilke ve devrimlerine aykırı yayın yapmamak,

-Etnik ayrımcılığı, şiddeti, terörü ve din ayrılıklarını desteklememek,

-Halkı aldatacak ve yanıltacak reklamlara yer vermemek,

-Partiler arasında fırsat eşitliği sağlamak,

-Tek yönlü ve taraf tutan yayın yapmamak,

-Temel insan haklarına saygı göstermek,

-Kadınlara karşı ayrımcılığı kışkırtmamak

Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu’nun 96-10 sayılı bağımsızlığın güvence altına alınması konulu kararına göre bu yayınlarda çoğulculuk vazgeçilmez bir ilkedir.

1994’te Prag’ta toplanan 4. Avrupa Bakanlar Konferansı’nın kararlarına göre bu yayınlarda hükumetler bağımsızlığı korumak ve güvence altına almak zorundadır.

Bizde de Anayasa’nın 1992 tarihli 3913 sayılı yasayla değiştirilen 133. maddesine göre:

“Devletçe kamu tüzel kişiliği olarak kurulan tek radyo ve televizyon kurumunun... özerkliği ve yayınların tarafsızlığı esastır.”

Özerklik yönetim ve mali bağımsızlıktır, yayınların güvence altına alınması, siyasal otoritenin baskılarından uzak olmasıdır.

Yani TRT mali açıdan ne hükumete, ne de reklamverenlere bağımlı olmalı, istikrarlı ve güvenilir bir gelir kaynağına, yani mali özerkliğe sahip olmalıdır.

Anayasa Mahkemesi’nin 8 Temmuz 1969 tarihinde resmi gazetede yayınlanan bir kararına göre de;

“TRT siyasal iktidarın etkisi dışında bırakılıp tarafsız olarak görev yapmalıdır. Bunun için de kurumun özerk olarak kurulması, yani yürütme organının gerek siyasi partilerin, gerekse kişilerin her türlü etkisine karşı korunması zorunludur.

Bir kuruluşun özerk olması için kendi hareketlerine hakim olacak kuralları da yine kendisinin düzenleme yetkisine sahip olması gerekir.

Bir özerk tüzel kişiliğin yönetiminde hükumetin tümüne ya da bir kanadına yetki tanınması özerklikle bağdaşamaz.

Kurum siyasal iktidarın mutlak takdirine bırakılamaz.

Hükumetin baskısına maruz bırakılacak nitelikteki her önlem ve hüküm özerkliğe aykırı düşer.”

Yine Avrupa Birliği kararlarına göre kamu hizmeti yayıncılığında kalite aranır. Temel olarak kültürel kimliğin korunmasına yönelinir. Kişi haklarına, medya etiğine, çoğulculuğa ve demokrasi ilkelerine saygı esastır.

Eğer Avrupa Birliği’ne girmek istiyorsak bu ilkelere uymak zorundayız.

Bizde TRT 1961 Anayasası gereğince 1963’te kabul edilen 359 sayılı yasayla “özerk ve yayınlarında tarafsız bir kamu iktisadi teşekkülü” olarak kuruldu.

Ama 12 Mart 1971’deki askeri darbeden sonra Ağustos’ta yapılan bir anayasa değişikliği ile yönetim biçimi değiştirildi. Daha sonra da 1972 Şubat’ında yapılan bir değişiklikle “özerklik” sözcüğü yasadan çıkartıldı.

Ben 1974 ortalarında İsmail Cem ile birlikte göreve geldiğim zaman TRT özerk değildi. Ama kurumda çalıştığımız bir yıl içinde bize ne Ecevit hükümetinden, ne de Sadi Irmak hükumetinden bir baskı yapıldı. TRT tamamıyla özerkmiş gibi davrandık, kurumu özgürlük içinde yönettik, hükumetler TRT’nin yayın politikasına asla karışmadılar. Tabii bu o dönemdeki hükumetlerin özgürlük ve hoşgörü anlayışına bağlı ve yasal temeli olmayan bir olaydı.

1993’te anayasada yapılan yeni bir değişiklikle “kurumun özerkliği ve yayınlarda tarafsızlığı esastır” dendi, ama bu ilkenin uygulandığı söylenemez.

2003 Şubat’ında toplanan İletişim Şurası’nın “Kamu Yayıncılığı ve TRT Komisyonu Raporu”na göre 2954 sayılı yasa çerçevesinde ve fiili durumda da TRT özerk değildir.

HABER-SEN Başkanı arkadaşım da az önce bunları söyledi.

Demek ki özerklik ve kamu hizmeti yayıncılığı tarihe karışmıştır. TRT önce özerkliğini yitirmiştir, sonra da tarafsızlığını ve bağımsızlığını. Yayınlar bir yandan iktidarın, öte yandan da reklamverenlerin ve holdinglerin etkisi altına girmiştir. TRT, RTÜK aracılığıyla devletin borazanı olmuş ve bugünlere böyle gelinmiştir. Oysa anayasa hükümlerine göre RTÜK’ün TRT üzerinde hiçbir yetkisi olamaz.

Acaba başka ülkelerdeki durum nedir? Kamusal yayıncılığın en gelişmiş olduğu yer İngiltere’dir. BBC yıllar boyu kamu hizmeti yayıncılığının simgesi olmuştur.

Amerika’da Public Broadcasting System denen yayıncılık düzeni her zaman parmakla gösterilir.

Almanya’da ve bir zamanlar İtalya’daki kamu yayıncılığı da eskiden başarılı sayılmıştır.

Ya Fransa’da?

Yakından tanıdığın ülke olarak Fransa’da kamu hizmeti yayıncılığının çöküşünden biraz söz etmek isterim.

Fransa’nın ünlü gazetecilerinden Jean François Kahn’a göre “Fransa’da televizyon tümüyle iktidarın denetimi altına girmiştir. Çünkü bir yanda kamusal televizyon dediğimiz devlet yönetimi vardır, öte yanda da Sarkozy ile çok iyi ilişkiler içinde bulunan TF1”.

Acaba bir zamanlar Fransa’da başarılı bir kamu hizmeti yayıncılık dönemi yaşandı mı? Birçok kişinin “televizyonun altın dönemi” diye adlandırdığı yıllarda Fransa’da özerk bir kamu hizmeti var mıydı? Acaba bugün durum nedir?

Eski TV prodüktörlerinden Marcel Trillat o dönemi şöyle anlatıyor:

“Ben bir zamanlar Fransa’da TF1’de büyük ün yapmış kişilerle çalışma şansına eriştim. Pierre Desgraupes, Pierre Dumayet, Pierre Lazareff gibi ünlülerle çalıştım. Mesleğe başlayan bir tiyatro sanatçısı nasıl Louis Jouvet, Jean Vilar, Gerard Philipe gibi yıldızların yanında çalışma mutluluğunu yakalarsa ben de öyle oldum.

Ama bütün bunlara karşın hiç de özgürlük içinde çalıştığımızı söyleyemem. General De Gaulle döneminde Enformasyon Bakanı Alain Peyrefitte bakanlıklararası bir enformasyon bürosu kurmuştu. Radyo ve televizyon yöneticileri ile ilgili bakanlıkların temsilcileri her sabah orada buluşuyorduk. Cumhurbaşkanlığının ve başbakanlığın temsilcileri bize hangi konulara öncelik vermemiz gerektiğini, hangi konuların da istenmediğini bildiriyorlardı. Biz de onların talimatı dışına çıkmıyorduk.

Pierre Desgraupes TV gazetecilerine hükumetin uşakları gözü ile bakıyordu. Biz ‘Birinciden Beş Sütun’ programını hazırlıyorduk. Hükumetin uygun görmediği hiçbir konuyu ele alamıyorduk. Bu yüzden de genelde uluslararası konuları işliyorduk. Birgün hükumetin istemediği bir konuyu ele almış olduğumuzu öğrendik. Ertesi gün stüdyoya geldiğimiz zaman bütün bobinlerin yok edildiğini gördük. Bunları arşivde bile saklayamadık.

De Gaulle’den sonra Giscard d’Estaing dönemi başladı. O dönemde de Elysee Sarayı’ndan verilen talimatlara uymak zorunda kalıyorduk. Örneğin Cumhurbaşkanının Orta Afrika Cumhuriyeti Başkanı Bokassa’dan rüşvet olarak çok değerli elmaslar aldığını duymayan kalmamıştı. Biz bu konuda tek kelime söyleyemedik.

1981’de Sosyalistler iktidara gelince bayram ettik. Sınırsız bir özgürlüğe kavuşacağımızı umuyorduk. Gerçekten ilk yıllar çok iyi geçti. Ama üç yıl sonra bütün özgürlüğümüzü yitirdik.

Hele hele Körfez Savaşı çıkınca Amerikalılar bütün haberlere sansür koydu. Bizde de sansür uygulandı. Gerçekleri asla yansıtamadık. Sosyalist Mitterand’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde de TF1 büyük bir holdinge satıldı. Böyle bir rezalet hiç aklımıza gelemezdi. TF1 televizyon izleyicilerinin yüzde 40’ını çekiyor ve reklam gelirlerinin de yüzde 54’ünü topluyordu. Sosyalistler işte bu kamu kanalını Fransa’nın en büyük işadamı Bouyges’a 400 milyon euroya sattılar. Bouyges o zaman ‘Ben bir televizyon değil, bir iktidar satın alıyorum’ demişti.

TF1’in izleyici sayısı ve reklam gelirleri arttıkça arttı. Birinci kanal Avrupa’da doruğa oturdu. Hiçbir kanal izleyicilerin yüzde 40’ını çekmeyi başaramamıştı. TF1’den sonra Avrupa’da en çok izlenen kanalda oran yüzde 20’ydi.

TF1 özele geçtikten iki yıl sonra kalite düşmeye başladı. Altın dönem sona erdi. Kültürel nitelik bozuldu. Reklamcılar programlara yön vermeye başladılar.

Öte yandan da internetin, TNT denilen sayısal kanalların, kablolu televizyonların, tematik kanalların gücü gelişti. TF1’de izleyici oranı yüzde 30’a düştü.

Son haftalarda da TF1’in Fransa’nın en büyük nükleer holdingi Aviva’ya satılacağından söz ediliyor.”

Göreceğiz bakalım.

Ünlü Fransız sosyoloğu Bourdieu birkaç yıl önce medyada bir kültür erozyonu olduğunu yazmıştı. İşte Fransa şimdi o dönemi yaşıyor. Her alanda magazin programlarının, Amerikan dizilerinin, yarışmaların ve reklamların egemenliği var. Kamu hizmetinin yok olma endişesi gittikçe yoğunlaşıyor.

Dün sabah evde Fransa’nın TV5 kanalında Milliyetçi Cephe lideri Le Pen ile yapılan bir konuşmayı izliyordum. Le Pen:

“Sarkozy medyada çok başarılı. Kendi reklamını çok iyi yapıyor, ama ekonomik bozukluğu önleyemiyor, halkın gözü açılmaya başladı” dedi.

Halkın artık ne kamu hizmeti veren televizyonlara güveni kaldı, ne özellere, ne de basına.

Yalnız bizde değil, orada da işler kötüye gidiyor. “Kamusal Televizyon Öldü”, “Medyada Yalanlar”, “TV İnsanı Deli Ediyor”, “Uzaktan Kumandalı Demokrasi”, “Medyanın Kabahati”, “Enformasyon Oyuna Getiriyor”, “Yeni Bekçi Köpekleri” gibi kitaplar yayımlanıyor.

İşte bunlara karşı yeni alternatifler yaratmak, medyadaki erozyonu izlemek, gözlem merkezleri kurmak, izleyiciyi uyarmak ve tepkileri yönlendirmek gerek.

Siz TRT çalışanları, yılmadan dayanıyorsunuz. N’olur oyuna gelmeyin, güçlerinizi birleştirin ve kamu hizmeti yayıncılığını koruyun. Gözlerimiz sizin üzerinizde.

29 Ocak 2008 Salı

Kamu Hizmeti Yayıncılığı Masaya yatırılıyor!

Son günlerde kamu hizmeti yayıncılığı yeniden gündemde… Yeni Anayasa, yabancıların hissesinin yüzde 50’lere çıkarılması konusunda yapılması düşünülen yasal düzenlemeler yeni bir medya ortamının şekillenmekte olduğunu ortaya koyuyor.
İletişim Araştırmaları Derneği (İLAD) ve KESK HABER-SEN’in 8 numaralı şubesi bu konuyu yeniden gündeme getiriyor. Hem de Türkiye’de ilk televizyon yayınlarının başlamasının 40’inci yılının kutlandığı bir günde.
İlk televizyon yayınlarının başladığı 31 Ocak 1968’den bu yana hem dünyada hem de Türkiye’de yaşanan hızlı gelişmelerin etki ve sonuçları değerlendirilecek. Kamu Hizmeti Yayıncılığı’nın iki ayrı panel biçiminde ele alınacağı toplantı 31 Ocak 2008 Perşembe günü saat 10’da Mesut Cemil stüdyosunda başlayacak
“Kimin için Yayın Nasıl Bir TRT” adını taşıyan toplantının açılışını yapacak olan İLAD Başkanı Dr. Hıfzı Topuz, kamu hizmeti yayıncılığı konusundaki düşüncelerini Fransa’da yaşanan süreci de içerecek biçimde dile getirecek.
Daha sonra Dr. Engin Başçı’nın moderatörlüğünde Kamu Hizmeti Yayıncılığının Dünyada ve Türkiye’deki gelişimi sorunları ele alınacak.
Bu bölümde Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Profesör Dr. Özden Cankaya “Kamu Hizmeti Yayıncılığının gelişimi, Türkiye’deki süreç ve sorunlarını” aktaracak.
AREL Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı ve Meslek Yüksek Okulu Müdürü Profesör Dr. Aysel Aziz, “Kamu Hizmeti Yayıncılığı’nın diğer yayıncılık türleriyle farkını, yaşanan sorunları” ele alacak.
Kültür Üniversitesi Kamu Hukuku Ana Bilim Dalı Başkanı Profesör Dr. Tayfun Akgüner, “Türkiye’de kamu hizmeti yayıncılığı ve Anayasal çerçeve” konusunda değerlendirme yapacak.
Toplantının ikinci bölümünün moderatörülüğünü İLAD Genel Sekreteri ve Maltepe Üniversitesi öğretim görevlisi Dr. Atilla Özsever yapacak. Bu bölümde demokratik kitle örgütlerinin temsilcileri kamu hizmeti yayıncılığından ne beklediklerini, toplumun örgütlü kesimlerinin nasıl bir yayın beklediğini açıklayacaklar.
Bu bölümde DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, KESK Başkanı İsmail Hakkı Tombul, TMMOB Başkanı Mehmet Soğancı, TTB Prof. Dr. Gencay Gürsoy konuşacak.


TOPLANTININ TARİHİ: 31 OCAK 2008 PERŞEMBE SAAT 10.00
YER: İSTANBUL RADYOSU MESUT CEMİL STÜDYOSU
KONU: KİM İÇİN YAYIN NASIL BİR TRT?

19 Ocak 2008 Cumartesi

MEDYA EĞİTİMİ: MEDYA ÇÖZÜMLEMESİ

MEDYA EĞİTİMİ: MEDYA ÇÖZÜMLEMESİ
(Media Education, Education aux Medias)

Hıfzı Topuz

Her gün mesaj, ya da haber, bilgi ve program bombardımanı altındayız. Bu mesajlar nereden geliyor? Gazetelerden, dergilerden, TV programlarından, Radyo- TV lerden, ajans bültenlerinden ve internetten.

Bunların yansız ve objektif olduğunu kim söyleyebilir? Mesajlar birçok kişinin seçiminden ya da denetiminden geçiyor. Bazı olayları hiç medyaya yansıtmıyor, görmezden geliyorlar (Buna “omission” diyoruz). Bazıları abartılarak ön olana çıkartılıyor(exagération), bazıları saptırılıyor (Buna “distorsion” deniyor). Bazıları göze görünmeyecek ,ya da hiç dikkati çekmeyecek bir biçimde küçültülüyor. Herbir gazete ya da TV kanalı haberi kendine göre küçültüyor, büyütüyor, ya da yok ediyor.

Magazine ağırlık veren gazeteler ve TV kanalları birçok önemli olayı yok sayarak dikkatleri başka yere çekiyor ve toplumun gündemini kendi doğrultularında oluşturmaya yöneliyorlar.

Peki, bu karmaşa içinde okuyucu, izleyici ve dinleyici olayıları nasıl değerlendirecek? Kamuoyu nasıl oluşacak? Gerçekler nerede?

Kamuoyuna kimler yön veriyor? Hangi çıkar grupları? Holdingler mi? Partiler mi? Dış güçler mi? Çokuluslu ortaklıklar mı? Yoksa geçmişin özlemini çeken ve toplumu Orta Çağ karanlıklarına götürmek isteyen bilim dışı örümcek kafalılar mı?

Yalnız bizde değil, bütün ülkelerde buna benzer durumlar var. Bazı yerlerde finans güçleri toplumlara yön veriyorlar, bazı yerlerde yönetimi eline geçirmiş olan kişiler, diktatörler ve cuntalar, bazı yerlerde de dış güçler.

Mesajlar nerelerden geliyor? Kaynaklar nerede? Sansür ya da kendi kendini sansür mekanizması nasıl işliyor? İletişimcilerin gerisinde kimler, ya da hangi güçler var? Bunların okullarda, hele hele iletişim fakültelerinde öğretilmesi ve tartışılması gerekmez mi?

Gazetenin okullarda kullanılmısının en az 50 yıllık bir geçmişi olduğunu biliyorum. Bu tür uygulama ve araştırmalar yıllar boyu ABD’de, Kanada’da, Japonya’da, İngiltere’de, Danimarka’da, İsveç’te, İsviçre’de, Belçika’da, İtalya’da ve Fransa’da yapıldı. Ben 1972 Kasımında, Belçika’nın Gand Kentinde, Milli Eğitim Bakanlığı ile Tarih Profesörleri Derneği’nin ortaklaşa düzenledikleri bir konferansa Unesco temsilcisi olarak katılmış ve çeşitli ülkelerde bu yöntemin nasıl uygulandığı konusunda bir konuşma yapmıştım. Aynı konuşmayı ertesi yıl da Mali’nin başkenti Bamako’da yaptım. O konuşmalarda üzerinde durduğum konular şunlardı:

“Gazeteler son dönemlerde gençlerin üzerindeki etkilerini yitirmişlerdir. İsviçre yapılan bir araştırmaya göre 1935’te 20 yaşında bir gencin kafası %75’ini okuldan, %25’ini aileden, kendi çevresinden, gazetelerden ve dergilerden edindiği bilgilerden oluşuyordu. 1970’te ise okul kaynaklı bilgilerin oranı %25’e düşmüştü. Bilgilerin %75’inin kaynağı ise çevre, radyo, TV ve gazetelerdir” (1: Georges-Henri Martin, Uluslararası Basın Enstitüsü, İsviçre Komitesi Başkanı, Tribune de Genevre Gazetesi).

Zamanla basın gençleri ilgilendirmez olmuş ve onun yerini TV almıştı.

Gençlere göre basın kendi kuşaklarına değil, babalarına seslenmektedir. Gazeteciler tutucudur. Gençlerin sorunlarına yanıt vermekten uzaktır.

Ne var ki basının etkileri zaman dayanıklıdır, kalıcıdır, kolay kolay unutulmaz. Bu açıdan basın gençler için bir eğitim kaynağı olmalıdır. O yüzden de okullarda gazetecinin önemli bir rolü vardır.

Okulda gazetelerin hedefleri nelerdir?

1-Okul kitaplarındaki bilgileri tamanlamak ve güncelleştirmek;
2-Gençleri güncel konularla ve toplumun sorunlarıyla bilgilendirmek;
3-Gençlerdee eleştirel görüşleri geliştirmek, onlara çoğulculuğu, yorum özgürlüğünü, objektif bakışlara alıştırmak.
4-Çeşitli kaynaklardan gelen mesajları birbirleriyle karşılaştırarak sağlam kanıtlara
ulaşmak;
5-Eğitime medyanın katkısını sağlamak

Gand Konferansı’ndan iki ay önce yine Belçika’da Tihange Banş Üniversitesi’nde düzenlenen bir kolokyumda da okullarda gazeteler incelenirken şunlar üzerinde durulması öneriliyordu:

  • Gazetelerde çıkan her satır ve her sözcüğü iyice inceleyin.
  • Bir cümlenin ne anlamda kullanılduğunu araştırın. Çünkü aynı cümleyle sizin anladığınız şeyin tam karşıtı da anlatılmış olabilir.
  • Büyük başlıklardan çekinin; gerçekleri gizleyebilirler.
  • Başyazıları, köşe yazıları, okuyucu mektupları, hafta sonu röportajları, reklamlar aldatıcı olabilir; kapılmayın.
  • Kamuoyu araştırmalarına da pek güvenmeyin, çarpıtılmış olabilirler.
  • Polis haberlerini becerikli muhabirler uydurmuş olabilirler, dikkat edin.
  • Tiyatro ve sinema eleştirileri de sizi yanıltabilir.
  • Yazı kadrosu ve hükümet değişse bile gazetenize güvenmeyin.

    Eğitim ve medya ilişkilerinde iki yaklaşım vardır:

    Birincisinde medya, yani basın, radyo ve televizyon eğitimde yardımcı bir araç olarak kullanılıyor. Yani, gazete ve dergilerde çıkan yazılardan, radyolarda ve televizyonlarda yapılan konuşmalardan ve yayınlanan programlardan ilk ve orta öğretimde genel kültür dallarında ve özellikle, tarih, coğrafya, yurt bilgisi, türkçe ve sosyoloji derslerinde yararlanılıyor.

    Bu çerçevede medyada çıkan yazılar, araştırmalar ve TV programları tamamlayıcı nitelikte eğitime katkıda bulunuyorlar.

    İkinci tür yaklaşımda medya masaya yatırılarak inceleniyor. Haber kaynakları araştırılıyor. Çeşitli kaynaklardan gelen haberler birbirleriyl karşılaştırılıyor. Haberi ya da
    programı oluşturan mekanizmalar araştırılıyor. Bunlara yön veren eğilimler ya da çıkarlar
    saptanıyor. Ve öğrencide eleştirel bir bakışın oluşturulmasına çalışıyor.

    Böylece öğrenci medyanın oyununa gelmiyor ve medyayı değerlendirmeyi öğreniyor.

    Unesco her iki yaklaşımı da 1970’li yıllarda ele alarak çeşitli toplantılar düzenledi ve projeler oluşturdu. Uluslararası Sinema ve TV Konseyi 1979’da düzenlediği uluslararası bir
    uzmanlar toplantısında medya eğitimini şöyle tanımlamıştı: Medya eğitiminin amacı tarihte ve her alanda medyanın toplumdaki yerini, sosyal etkilerini, araştırmak ve değerlendirmektir.

    Bu çerçeve içinde medya kurumlarının nasıl çalıştığı, mesajları nasıl oluşturduğu, nasıl dağıldığı incelenecek ve öğrencilere anlatılacaktır. Öğrenci gerçek dünya ile medyanın
    gösterdiği dünya arasındaki farkları görmeye alışacaktır.

    “TV ile eğitim”le “medya eğitimi” bambaşka şeylerdir. Öğretmen dersini verirken bir TV haberini ya da basında çıkmış bir yazıyı belge olarak gösterebilir ama bu medya eğitimi
    değildir.

    Birinci durumda öğretmen medyanın egemenliği altındadır. Medya öğretmenin dayandığı belgeleri sunmaktadır. Medya eğitiminde ise öğretmen medyanın çalışma mekanizmasını incelemektedir.

    Medya eğitimi, yani medya mekanizmasının eğitimi 1970’li yıllardan sonra gelişti.

    Örneğin Fransa’da Milli Eğitim Bakanlığı önce 1979 ve 1984 yıllarında “Görsel İşitsel İletişime Girişim” adlı iki proje oluşturdu, sonra da 1983’te medya örgütleriyle işbirliği
    yaparak Eğitimde İletişim Araçları arasında Bağlantı Merkezi’ni “Clemi, Centre de l’iaism, de l’aseignement et de Moyens d’Information) kurdu.

    İspanya’da Eğitim Bakanlığı ile gazete yöneticileri 1985’te Prensa-Escuela adlı bir program oluşturdular.

    Avusturya’da ilk ve orta öğretim programlarında medyanın yer alması için 1983’te bir karar alındı.

    İsviçre’de bütün kantonlar da medyanın eğitimi programlarında yer alması için kararlar alındı. Bu yöntem zaten 1967’den beri Lozan’da uygulanıyordu. Zürih’te Pestalozzi programı içinde ve Fribug’ta da Medyaya giriş programında bu konu ele alındı.

    Belçika’da 1970’li yılların başında birçok okulda uygulanmasına başlanan Medya Eğitimi 1990’da resmileşti.

    İngiltere’de ve Galler Ülkesi’nde bu program 1988’de oluşturuldu.

    İskandinav ülkelerinde de bu programın yıllardan beri başarıyla uygulandığı biliniyor.

    ABD’de medya eğitimi 1932’de New York Times’ın girişimiyle başlatıldı. İlk başlarda 17 bin okulda çeşitli gazeteler gönderiliyor, 48 bin öğretmen bu programın uygulanmasında görev alıyor ve 350 basın kuruluşu da programa destek veriyordu.

    Kanada’da buna benzer uygulamalar yapıldı.

    Japonya’da,Latin Amerika ülkelerinde de medya eğitimi konusu ele alındı ve geliştirildi.

    İtalya’da da bu konu 70’li yıllarda başlatıldı. İlk olarak 500 okulda haftada iki saatlik
    uygulamalarla yapıldı.gazete sahipleri bu programa çok önem vererek okullara ücretsiz gazete gönderdiler. Bu yıl da büyük yayınevlerinden biri bu projeye sahip çıkarak programın boyutlarını genişletti.

    Uygulama Yöntemleri

    1) Bizde Okulda Medya konusunun Milli Eğitim Bakanlığı’nın medya örgütleriyle
    hazırlayacağı geniş bir program çerçevesi içinde uygulanması için zaman gelmiş ve geçmiştir bile. Bu uygulamada TV kanallarından ve internetten mutlaka yararlanmak gerekir.

    2) Medya Eğitimi projesi bütün iletişim fakültelerinde öğretmen okullarında ve eğitim fakültelerinde yer almalı ve herşeyden önce bu eğitimi uygulayacak öğretim üyelerinin
    yetiştirilmesi için seminerler düzenlenmelidir. Başka ülkelerdeki uygulamaları da yakından
    izlemek gerekir.

    Fakültelerde bu derslerin uygulanmasında gerekli araç ve gereçler de önceden saptanmalı ve sağlanmalıdır.

    İnternette bugün 100’e yakın gazetenin, yüzlerce derginin, 20’den çok haber ajansının
    ve 38 TV kanalının adı var. İnternet bunlarda yayınlanan haberlerin bir bölümünü ekrana
    getiriyor. İyi de bunlar nasıl izlenebilir? Öğrenciler bunlardan nasıl yararlanabilir?

    Haberleri değerlendirilmesi için internet kanalı yeterli olmaz. Mutlaka gazeteleri ele alıp haberleri önce biçimsel yönden sayfalara, sayfalardaki yerlerine, başlıklarına, resimlerine,
    puntolarına göre, sonra da içerik yönünden incelemek gerekir.

    TV haberlerinin yer aldığı programlar, süre, sunuş tonu, görüntüler, belgesel görüntüler açısından ayrı ayrı değerlendirilmelidir.

    Radyo ve Ajans haberlerinin de aynı titizlikle üzerinde durulmalıdır.

    Bu konularda araştırma yöntemleri oluşturulmasında yarar vardır.

    Medya eğitimi Yüksek Lisans ve Doktora öğrencilerine şimdiden tez konusu olarak verilmelidir.